Lütfi Can

Ü S T E L

Sabır acıdır. Ama meyvesi tatlıdır!

Benim için yayıncılıkla ilgili her şey bir tercüme çalışması ile başladı. Kültürlü, entelektüel bir hanım olan “sevgili teyzemin” kitapevi sahibesi bir arkadaşı vasıtasıyla tanıştığım bir yayıncı, bir spor kitabını tercüme etmemi istedi. Yani aslında yayımcılık maceramı bir anlamda “teyzeme” borçluyum…

Tercüme edilecek kitap, Arnold Schwarzenegger’in biyografisi idi. Kitap daha ziyade onun spor hakkındaki görüşlerini içeriyordu. O yaz kitabı “pancar motorunun” yani mekanik daktilomun başında tercüme ederken, teknik içerik bilgileri itibarıyla daha iyisinin de yazılabileceğine kanaat getirmiştim. Bir süre sonra da bir spor kitabı yazmamın kapısı açıldı. Kitap zaten zihnimin içindeydi, konuya ilişkin evvelce yazmış olduğum pek çok notlar da hazır durumdaydı. Bunları kısa bir süre içinde derleyip yayına hazır hale getirmek zor olmadı. ADALE ve KUVVET adlı kitabım ortaya çıkmıştı.

Diğer taraftan, siyasal bilimlere de meraklı idim ve mesela Karl Marx’ın hikayesi ve fikirleri ilgimi çekiyordu. Aslında Marx’ın fikirlerinden ziyade, onun bir düşünür olarak siyasal tartışmalarda anılış şeklineydi duyduğum ilgi ve hayranlık. Marx denince akan sular duruyordu… Fikir tartışmalarında ismi adeta bir joker gibiydi… O hâlde, ben de bir siyasal ilimler kitabı yazmalıydım. Adı da mesela ADALET ve KUVVET olabilirdi. Bu aşağı yukarı otuz senelik hayal, önce “dadı” ve sonra da VASİYET ile gerçek olmuşa benziyor. Bu kitapta yer alan bazı teknik fikirlere ilişkin hususlar, zaman zaman rüyalarıma giriyordu desem, inanır mısınız?

Seneler önce, güzel bir bahar günü deniz kıyısındaki bir kafeteryada otururken kulağıma gelen bir cep telefonu zili sesi, beni bir anda birkaç saniyelik bir zihinsel yolculuğa çıkarmıştı. “Bir şey olur da bu telefonları kullanamaz hale gelirsek, yani genel iletişim bir anda kesilirse ne olur?” sorusu kafamda canlanıvermiş ve peşi sıra tüm senaryo, adeta bir film seyreder gibi, gözümde canlanmıştı. Ve hemen sonrasında da kitabı yazmaya koyulmuştum. Artık yapılması gereken bir “satır arası dolgusuydu” yani edebiyat. Ve YÖRÜNGE adlı kitabım ortaya çıktı… İLHAM denilen şey belki de böyle bir şeydi… Bir an içinde geliveriyor ve hakikat arayışı içinde olana bir “elma şekeri” hediye ediveriyordu.

Diğer kitaplarım için de süreç benzer şekilde gelişti… Bundan bir buçuk sene önce ortaya çıkmış olan COVİD-19 hastalığından yıllar önce, “henüz bilinmeyen çeşitli hastalıkların” ortaya çıkacağını yazmıştım. Özellikle 15 sene önce yayımlanmış olan TUFAN ve COVİD-19 salgınından çok önce kaleme almış olduğum VALİ adlı kitaplarımda bu konu çokça anlatılmıştır.

Günümüzden birkaç sene kadar öncesiydi. İyi bir arkadaşımla yine bir kafeteryada oturmuş, kahve-sigara muhabbetine takılıyorduk. Sohbetin samimi bir anında “Benim bu kitap işleri ile uğraşacağım hiç aklına gelir miydi?” diye sordum. Yüzünde muzip bir tebessüm belirdi ve kaşlarını yukarıya doğru kaldırarak çok kibarca cevapladı sorumu… Ben okuldayken, kitaplardan ve tabii edebiyattan da nefret etmiştim. Veyahut şöyle söyleyeyim. Kendimi nefret etmiş zannediyormuşum. Eğitim sistemindeki o ezberci ve baskıcı üslup, beni kitaplardan manen bir hayli uzaklaştırmıştı. İnanır mısınız, okulda hiçbir kompozisyon dersinden, ister Türkçe ister yabancı dilde olsun, 10 üzerine beşten fazla not alamamışımdır…

Arnold Schwarzenegger’in BİR VÜCUTÇUNUN EĞİTİMİ adlı kitabını tercümeye oturmadan önce de mesela “de/da” gibi Türkçe lisanındaki bazı teknik uygulamaların nasıl kullanıldığını, ayrı yazılıp yazılmadığını vs. tam bilmiyordum. İnsan ancak samimi bir sevgi ve ilgi duyarsa öğrenebiliyor. Bu sevgi, zamanla, “olabileceğine İnanmasını” da sağlıyor. Sonra da sıra “yapabileceğini önce kendine ispatlamaya” geliyor… Eğitim sisteminin işte o sevgiyi oluşturacak nitelikte olması lazım, küçücük çocukları kitaplardan soğutacak şekilde değil… Bunun için de eğitimin despot bir üslupla baskı oluşturarak değil; periler gibi sevgi üreterek, muazzam derecede güler yüzle yapılması gerekiyor…

“Sabır acıdır. Ama meyvesi tatlıdır!” derler. Meğerse hakikaten böyleymiş. Sabırla koruk helva olabiliyormuş yani… Bu WEB sitesine sizler isterseniz “özgeçmiş” yahut CV de diyebilirsiniz.Ve gece geç saatlerde yahut sabahın erken saatlerinde hani karga kahvaltısını yapmadan diye tabir ederler ya, o misal, çalışırken, yazılarımı kaleme alırken, sabır kavramına ilişkin geçmiş olduğum yolda, ilham perisi ile olan arkadaşlığımı düşünüyorum da… Sessiz, sakin, dingin, bazen anaforlu, fırtınalı ancak daima izole ve YALNIZ bir arkadaşlık bu… Herkese benzerini denemeyi tavsiye edebileceğim şehvet dolu bir arkadaşlık…

Şimdilerde artık emekliyim ve ilham perimle olan arkadaşlığıma daima artan bir şehvetle devam ediyorum. Öyle bir şehvet ki son derece müstehcen ve müstehcen olduğu kadar da mahrem… Rahat bırakmıyor, devamlı surette tahrik ediyor, ne yapayım! Fevkalade muazzam bir taciz ve tahrik altındayım. “Gençlik yıllarında çok acı gelen bir yalnızlığı, şimdi büyük bir keyifle yudumluyorum,” diyordu Albert Einstein.

Şimdi onu daha iyi anlıyorum ve sormak istiyorum. Acaba hakiki yalnızlık diye bir şey var mı? Meğerse yokmuş! Amma velakin eğer varsa bile sabredildiği takdirde, tatlı bir meyveye de dönüşebilir. Hatta o güzeller güzeli ilham perisinin bazen ürkekçe, bazen de reddedilmesi imkansız biçimde uzattığı bir elma şekerine bile…

Lütfi Can ÜSTEL